İsrail sorunu, yirminci yüzyılda hakkında en fazla söylem üretilen ve bir o kadar da analizin yapıldığı konuların başında gelir. Aynı zamanda bu konu birçok yanlış bilginin bazı odaklar tarafından zihinleri bulandırmak için servis edildiği konuların başında gelir. İlk olarak İslam'ın ikinci Halifesi Hazreti Ömer döneminde 638'de Müslümanlarca fethedilen Kudüs,  Haçlı Seferlerinden sonra 1099'da Hristiyanların eline geçti. 2 Ekim 1187'de Selahaddin Eyyubi komutasındaki Müslümanlarca Haçlılardan geri alınan Kudüs 1917'ye kadar Müslümanların kontrolünde kaldı.

Sorunun Ortaya Çıkışı !!!

Romanın Milattan sonra 70 ve 135 yıllarında Kudüs’ü kuşatmasıyla Yahudiler bu bölgeyi terk etmek zorunda kalmış dünyanın farklı bölgelerine dağılmışlardır. 1700 yıl boyunca politik bir hareket oluşturmadan diasporada yaşamlarını sürdüren Yahudiler diasporada yaşadıkları dünyayı Tanrı’nın bir cezası olarak görmeye ve buradan kurtuluşun da ancak Tanrı’nın göndereceği Mesih aracılığıyla olabileceğine inanmaya başladılar.

1800’lü yıllarda ortaya çıkan Siyonizm bu inanışta bir kırılmaya neden olmuş ve Yahudilere Kudüs’e geri dönme fikrini sunmuştur.  Bu Yahudilerden Zvi Hirsch Kalisher, Yahudilerin sürgün boyunca Tanrının kendilerine verdiği cezayı çektiklerine ve Filistin’e dönmenin dinsel anlamda Tanrı’nın emirlerine bir karşı çıkış olmadığına inanıyordu.

İlk Siyonist Fikir Ortaya Çıkıyor…

1881’e kadar Siyonizm fikrinin Yahudi toplumu içinde çokta kabul görmediğini söylemek mümkündür. Fakat Rus Çarı II. Alexandre’nin öldürülmesinden Yahudilerin sorumlu tutulması güçlü bir antisemit dalga oluşmasına neden olmuş Yahudiler kitleler halinde Rusya’dan sürülmeye (pogrom) başlamıştır.

Pogrom ile ortaya çıkan yaklaşık 5 milyon nüfus Siyonist düşünürlere arkalarına alabilecekleri bir halk desteğine ulaşmalarını sağlamıştır. Rusya’dan sürülen Yahudileri sahiplenen ve onların nereye gideceğine karar vermek isteyen ilk Siyonist oluşum Rus Yahudi’si Leo Pinsker tarafından 1882’de kurulan Choveve Zion (Siyon Âşıkları) adlı örgüttü.  Fakat bu örgüt çok çalışmasına ve Yahudi hayırsever Baron Edmund de Rotschild’in muazzam yardımlarına rağmen “kutsal topraklarda” etkin bir koloni oluşturamadılar.

Ortak bir politikadan yoksun olan Siyonist hareketin dağınıklığını sona erdiren ve bütün Siyonist akımları bir araya getirecek olan kişi ise bir Macar Yahudisi olan Theodor Herzl’in ta kendisiydi. 29 Ağustos 1887’de yirmi farklı ülkeden 246 delege Herzl’in önderliğinde İsviçre’nin Basel kentinde toplandı ve Siyonizm’in amacının Yahudi halkı için Filistin’de kanunen tanınmış bir ‘yurt’ kurmak olduğu belirlendi.

Osmanlının Karşı Çıkışı

Tüm bu gayretlere rağmen bölgenin kontrolünün Osmanlı İmparatorluğunda bulunması ve Osmanlının Yahudilerin Filistin’e yerleşmesi teklifini reddetmesi Herzl’i büyük devletlerin desteğini almaya yöneltmiştir. Herzl’in 1905’deki ölümünün ardından Siyonist hareketin lideri Chaim Weizman oluyor.

İngiltere’yi kurulacak devletin hamisi olarak gören Weizman bu amaçla Arthur James Balfour ve Sir Herbert Samuel bazı İngiliz liderle yakın dostluklar kurdu. 1 Kasım 1917 yılında İngiliz Hükümeti İngiltere Siyonist Dernekleri Başkanı Lord Rotschild’e “Majesteleri Hükümeti, Filistin’de Yahudi halkı için bir ulusal yurt kurulmasını uygun bulmaktadır ve bu hedefin gerçekleşmesini kolaylaştırmak için elinden geleni yapacaktır…” vaadini içeren bir mektup yolladı.

Tarihe Balfour Deklarasyonu olarak geçecek olan mektupla İngiltere bir anlamda Yahudi devletinin kurulmasında hamiliği üstlenmeyi kabul etmişti. Filistin’in İngiliz mandası altına alınması ve Filistin’e self-determinasyon hakkının verilmemesi Yahudilerin bölgeyi kolonileştirmesine de olanak tanıdı.

Araplar Toprak Sattı Yalanı..

Filistin meselesi gündeme gelince belli mecralar tarafından Araplarda topraklarını satmasalardı başlarına bu işler gelmezdi lafları 7 Ekim saldırılarından sonra yine belirli mecralar tarafından gündeme getirilerek Filistin mücadelesinin meşruiyetine gölge düşürülmeye çalışıldığını üzülerek görüyoruz.

Peki, gerçekten Filistinliler toprak sattılar mı?

Bu, iddia vicdana sığmayan yanlış bir iddiadır ve taraflı bir iddiadır. Bölge, 1917'ye kadar Osmanlı yönetimindeydi. Osmanlı döneminde Filistinli diye bir tabir yoktur. Osmanlı tebaası vardı. Alım-satım Osmanlı vatandaşları arasında yapılmaktaydı. Osmanlı döneminde Yahudiler Batıdan kaçınca Osmanlı Filistin haricindeki bölgelerde topraklarını Yahudilere açtıysa da Filistin'de Yahudilerin toprak almasını ve toplu bir şekilde bir yere yerleşmesine izin vermemiştir. Filistinliler topraklarını satmadığı gibi Yahudiler topraklarına işgalci olarak girmeye başladığında 'Yahudi'ye arazi satmanın haram olduğu' fetvaları verilmiştir.

Filistinliler topraklarını sattı  iddiası bir siyonist propagandasıdır ve vicdansızlıktır. Ne tarihi gerçekler ne vicdan ne de rakamlar bu iddiayı kabul etmemektedir. Bugün dünyanın farklı bölgelerine dağılmış vaziyette yaşayan 5 milyonu aşkın Filistinli mültecinin topraklarını ne satarak ne de gönüllü olarak terk etmiştir.  "Şehir efsanesi haline gelen 'toprak satma' iddiası, İsrail işgal yönetiminin Filistin konusunda ürettiği en büyük iftiralardan biridir."

Siyonizmin başlamasından önce Osmanlı yönetimi altındaki Filistin nüfusunun yüzde 6-7’sini Yahudilerin oluşturduğu düşünülürse, ilk Yahudi yerleşimi Migve Yisra’el’in kurulduğu 1870’den İngiliz Mandasının kurulduğu 1922’ye kadar geçen 52 yıllık dönemde Avrupa’dan göç ederek bölgeye gelen Yahudilerin bölgedeki Yahudi nüfusun oranını sadece yüzde 4 oranında artırdıkları söylenebilir. 1870’de 13.000 civarında olan Filistin’deki Yahudilerin sayısı 1922 yılında yapılan nüfus sayımı verilerine göre, 83.000’e ulaşmıştı.

Manda yönetimi döneminde yani 1922-1947 yılları arasındaki 25 yıllık dönemde bölgeye yerleşen Yahudi sayısı 1922 de yüzde 11 iken ciddi bir oranda artarak 1946’da toplam nüfusun yüzde 31’e ulaşmıştır. Bu dönemde Filistin topraklarının yüzde 3’ü Yahudilere aitken 1947’de bu oran %7’ye çıkmıştır. Bu dönemde ki düzenli Yahudi nüfusunun artışı göstermektedir ki İngiliz mandası “Yahudi kolonizasyonunun” da önemli bir rol oynamıştır. İngiliz polis ve ordu gücü olmasaydı Arapların bölgelerindeki Siyonist oluşumun önüne geçebileceği” ileri sürülmekteydi.

Beyaz Bildiri Yayınlanıyor…

Filistin’e yönelik Yahudi göçünün artması Manda yönetimine karşı Arap İsyanlarının başlamasına neden olmuştur. İsyanların artması İngilizleri geri adım atmaya ve Arap yanlısı politikalar izlemeye itmiştir. Bu bağlamda İngiliz hükümeti bir anlamda bölgeyi Yahudi devletine dönüştürmenin bir İngiliz politikası olmadığını ilan eden 1939 Beyaz Bildirisi adı verilen açıklamayı yapmak zorunda kalmıştır.  Buna göre, gelecek 5 yıl içinde Yahudi göçünü 75.000 ile sınırlandırılacak, 10 yıl içinde bağımsız bir Filistin devleti kurulacak ve Yahudilere yönelik toprak satışına kısıtlama getirilecekti.

Bu plandan hoşnut olmayan Yahudiler yeraltı örgütleri vasıtasıyla İngilizlere karşı yıpratma savaşına girmiş ve İngilizlere ağır kayıplar verdirmişlerdir. Filistin sorununun yükünü kaldırmakta zorlanan İngiliz Hükümeti Mandater anlamda başarısızlıklarını kabul ederek Filistin sorununu 2 Nisan 1947’de Birleşmiş Milletlere (BM) devrederek bölgeden çekilmiştir. İngilizlerin bölgeden bir çözüm üretmeden ani bir şekilde çekilmesi sorunu daha da derinleştirmiştir.

İngiliz Mandasının sona ermesinden sonra Arap-İsrail ihtilafının 1940’larda derinleşmesi üzerine Birleşmiş Milletler müdahalede bulunarak tarihi Filistin topraklarını üçe bölen bir karar aldı. 29 Kasım 1947 yılında BM Genel Kurulu’nda oylandı. Üç dakika süren oylama sonucu, 33 kabul, 13 ret ve 10 çekimser oyla BM 181 Sayılı Genel Kurul Kararı olarak kabul edildi. Bu bölüştürmeye göre Filistin’in tarihi topraklarının % 56,5’i nüfusun % 33’ünü oluşturan Yahudilere, % 43,5’i ise nüfusun % 67’sini oluşturan Araplara verildi.

Küresel güçlerin nasıl adaletsiz bir paylaşım ortaya koyduğunu göstermesi açısından Taksim planı önemli bir yer tutuyor. Bölgenin gerçek sahibi ve nüfus olarak daha fazla olan Filistinlilere verilen toprak miktarı batılıların adalet anlayışını da ortaya koyması açısından önemli.

Bu karar hem resmi hem de Arap halkları nezdinde kabul görmedi ve ‘Filistin’i Kurtarma’ hedefiyle hazırlıklar yapılarak, Arapların ‘Filistin’i Kurtarma Savaşı’ olarak adlandırdıkları, hayal kırıklığıyla sonuçlanan meşhur 1948 savaşına yol açtı.

Yukarıda kısaca İsrail sorununun tarihçesini verdiğimiz yazımızda sorununun çözümünün önündeki en önemli engel uluslararası arenada kabul gören bir devlet olan İsrail ile kendi içinde bölünmüş ve ulus devletlerin günümüz dünyasında sahip olduğu ‘haklara’ sahip olmayan Filistinlilerin daha zayıf bir konumda olduğu bir şekilde çözüm masasına oturuyor olmasıdır.. Üstelik “dünyanın süper gücü” ABD’nin İsrail in tarafında olduğu gerçeğini de unutmamak gerekiyor.

Kudüs’te aranan ve özlenen Osmanlı adaleti

Kendinden olmayanı ÖTEKİ olarak kabul eden Hristiyanlık ve Yahudilik başka inanışlara hayat hakkı tanımamışlardır. Tarihte Kudüs’ü işgal eden Haçlı ordularının bütün Müslümanları kılıçtan geçirdiği olayların görgü şahidi Haçlı vakayinamelerine göre Kudüs’te Müslüman cesetlerinin oluşturduğu tümsekler ve bir nehir gibi akmakta olan kandan ötürü şehrin sokaklarında yürümenin dahi güçleştiğini yazıyor..

7 Ekim saldırılarından sonra İsrail’in çoluk çocuk yaşlı genç kadın erkek gözetmeden yaptığı katliamların ve soy kırım tahammül edilemez boyutlara ulaştı. BM İnsan Hakları Yüksek Komiseri Volker Türk, İsrail'in saldırıları sonucu Gazze'de 40 bin Filistinlinin hayatını kaybettiğinin "resmen doğrulandığını" bildirdi. Gazze şeridinde 2 milyondan fazla insan yerinden edildi.

Dünya medeniyet tarihi ve dinler tarihi açısından fevkalade önemli olan Filistin toprakları ve Kudüs şehri semavi dinler için tartışmasız kutsal bir statüye sahiptir. Bu yönüyle daha çok savaş ve çekişmelere konu olsa da, Kudüs İslam egemenliği döneminde huzur ve barışla yönetilebilmiştir. İslam egemenliği boyunca sadece Müslümanlar değil gayrimüslim topluluklar da huzur içinde Kudüs’te yaşamaya devam etmiştir.

Kudüs’ü teslim alan Hz. Ömer'in, Kudüs'te bir kiliseyi ziyareti sırasında namaz vaktinin gelmesi üzerine Namazı kilisenin içinde değil dışında kılar. Der ki, kilisede namaz kılarsam ilerde Müslümanlar, burada Ömer namaz kıldı deyip onu camiye çevirebilirler. Bu ise ahdimize yakışmaz diyerek kabul etmemiştir.

Kanuni döneminde el-Halil kapısının üzerine  “La İlahe İllallah İbrahim Halilullah” (Allah’tan başka ilah yok, İbrahim onun dostudur.) yazmışız. İslam dünyasının gücünün zirvesinde olduğu bir sırada Kudüs’ün siyaseten en değerli kapısına yazılan bu yazıyla “Ey Yahudiler ve Hıristiyanlar, Kudüs’teki kutsallarınızı yok saymıyoruz.” mesajı verilmiştir.

Günümüzde teamülleri devam ettirilen kurallar, Osmanlı devletinin ne derece adaletli olduğunu ve ne denli tesirli çözümler bulabildiğinin göstergesi. Gayrimüslimlere dair Osmanlı devletinin adaletli, müsamahakâr, himaye edici ve arabulucu pozisyonunun, Yavuz Sultan Selim’in Kudüs’e girişiyle, Ermeni ve Rum patriklerine daha önce Müslüman yöneticiler tarafından verilen emân ve imtiyazların devam ettirilmesi kararıyla başladığı hususu ise ayrıca önemlidir.

Günümüzde Kudüs’te yaşanan adaletsizlik ve zulüm, Yavuz Sultan Selim’le başlayan Osmanlı dönemine olan hasreti gün geçtikçe artırmakta ve Osmanlı adaletinin daha iyi anlaşılmasını sağlamaktadır.

Biz, diğer Müslümanlara, özellikle bugün İslam âlemine liderlik yapan Türkiye'ye düşen görev de yeni nesillere, doğru bir Kudüs bilinci aşılamaktır. Kudüs hakkında bizim 3 şeye ihtiyacımız var; 'doğru bilgi', 'sahih bir bilinç' ve 'doğru üretilen siyaset'. Çünkü yazımızın başlığında olduğu gibi sorun Filistin sorunu değil İsrail sorunudur..

Kudüs’ün özgür olduğu günleri görmek ümidiyle..

Selam ve Dua ile

Dr. Cemal KAZAK