2019 yılında ortaya çıkan ve 2020-2021 yılları arasında etkisi ağır şekilde hissedilen koronavirüs kabusu hayatı birçok açıdan sorgulamamıza yol açtı.
Sokağa çıkma yasakları, karantinalar, her akşam vaka ve vefatları açıklamak için kameraların karşısına geçen sağlık bakanının yaptığı açıklamayla artan korku ve endişeler…
Bugün şükür ki hepsi geride kaldı. Ancak o günlerde köyde, bağda-bahçede, kırsalda evi olanlar doğayla derin bir nefes alırken, o kadar şanslı olmayanlar izole bir yaşam için betonlarda tıkılı kaldı.
İşte 4 duvar arasında haftalar geçiren bir aile olarak ‘müstakil’ bir evin gerekliliğini o günlerde çok daha iyi anladım.
Babamın memur olmasından dolayı şehir şehir gezen bir aileydik. Her yaz tatilinde Düzce’ye ve özellikle anne memleketi olan Gölyaka’nın Sarıdere Köyü’ne gitmeyi iple çekerdim. Çocukluğumun en güzel anıları da bu köyde geçti. Köyün ortasından geçen derede diğer çocuklar balık tutmaya çalışırken, ben eteğime elim kadar kurbağaları doldurur gizlice eve sokardım. Evin içindeki kurbağa seslerini duyan annem ve anneannem bağrışlarla kurbağaları bahçeye bırakırken, çocuk aklımla kurbağaların akşam dışarıda korkacağını düşünen gözü yaşlı beni teselli etmek rahmetli dedeme düşerdi. Dedemle çok ayrı bir ilişkim vardı; torunları arasında bir tek bana bir lakap takmıştı; ‘Çapaçul’
Çünkü ben hep sokaktaydım, bir bakmışsın çamurla oynuyorum, bir bakmışsın deredeyim, bir bakmışsın köyün çocukları ile aşağı-yukarı koşturuyorum…
İşte apartman hayatında sıkışıp kalan, tatil ya da gezi etkinlikleri dışında tek aktivitesi çocuk parkı ya da AVM’lerdeki oyun alanlarına gitmek olan evlatlarımın da böyle güzel anıları olmasını istedim ve annemin köyüne prefabrik bir ev kondurdum. Şimdi çocuklarım da bahçeyle, çiçekle, toprakla doyasıya keyif alarak zaman geçiriyor. İneklerden kaçmıyor, her daim kapımızda olan kedi-köpekleri elleriyle besliyor, tavukların ortalarda gezinmesine bayılıyor. Ama en önemlisi okullarda ya da aile ortamında anlatılarak öğretilemeyecek doğayı sevmek ve korumanın kıymetini yaşayarak kavrıyorlar…
Verimli tarım arazilerinin sanayiye açıldığı, hava kirliliğinin her kış tavan yaptığı, kanalizasyon sularının denize, atık suların derelere karıştığı güzelim memleketimde kaliteli toprağın, suyun, havanın değerini bilmeyenlere inat, evlatlarımıza, yarınlarımıza doğayı sahiplenmeyi, hayvanları sevmeyi, tarımın ve üretimin önemini her fırsatta anlatalım…
Paketli gıdaların yüzde 80’inde bulunan ve insan sağlığını olumsuz etkileyen koruyucu, sebze-meyvelerde pestisit, beyaz ette bakteri, kuruyemişlerde yüksek miktarda aflatoksinin tespit edildiği canım ülkemde, artık her lokmamızda ‘Acaba zehir mi yiyorum?’ diye düşünmekten kendimizi alamıyoruz.
Durum gerçekten hiç parlak değil ama umut her zaman var… Biz başaramasak da belki gelecek nesil daha yaşanabilir bir dünya için doğaya dört kolla sarılır… Biz yeter ki tabiatın kıymetini çocuklarımızın hafızalarına yaşatarak kazıyalım…