AHMET ÇELİK YAZDI: DÜZCE’NİN GELECEĞİNE Mİ OY VERECEKSİNİZ GEÇMİŞİNE Mİ?

Abone Ol

Önümüz seçim, sokaklarda geziyorum insanlarla sohbet ediyorum ve gözlemliyorum. Herkes bir gerekçeyle oyunu kime ve ne için atacağını söylüyor.

Düzce’nin son 5 yılına baktığımızda: 2019’dan bu yana istisnasız her yıl sel afetine maruz kaldık, 2022’de bir büyük deprem yaşadık ve ülke olarak bizi yasa boğan asrın felaketi: Maraş depremi…

Tüm bunlara rağmen Düzce’de olup bitenlere bakalım isterim. Bunlara bakarken ki yorumlarımızla da kendimizi tanıyalım isterim…

Rahmetli Fethi Gemuhluoğlu, 40 yıllık söz orucunu, 22 Kasım 1975 tarihinde vefatına birkaç ay kala bozduğu, irticalen yaptığı sohbette şöyle diyor:

 

“Size, coğrafyaya da dost olmadığımız için, Anadolu Beylerbeyliğini de artık çok görüyorlar. Hânedân-ı Âl-i Osman’ın mülkünü, particilik yaparak 1912’den 1920’ye kadar bitirdiniz. Eskiden vâlî gönderdiğiniz yerlere şimdi sefîr-i kebîr gönderiyorsunuz. Son Bağdad vâlîlerinden biri, Süleyman Nazif Bey; Vâlâ Nureddin Bey’in babası son Beyrut vâlîlerinden Nureddin Bey. Bıraktığımız Beyrut’u görüyorsunuz. Bıraktığımız Lübnan’ı görüyorsunuz. Bıraktığımız Suriye’yi görüyorsunuz. Bıraktığımız Irak’ı görüyorsunuz. Bıraktığımız Suriye meydanda. Sefîr gönderiyorsunuz, utanmıyorsunuz. Çünkü kendinize de dostluğunuz yok.”

 

Çarpıcı, aydınlatıcı, düşündürücü ve ürkütücü…

Kendisiyle, çevresiyle, coğrafyasıyla, şehriyle dost olamayanın kendi ihtiyaçlarını doğru anlayıp ifade edebilmesi mümkün olabilir mi? Elbette olmaz.

Bir yudum suya ihtiyacın var ama “düşman” gördüğünün elinden gelen bir bardak suya zehir muamelesi yapıyorsun.

Çağlar boyunca medeniyetler, kendi bağırlarından çıkardıkları aydınlarla, kendi kendilerini inşa etti. Biz ‘Anadolulular’ yeni bir medeniyet inşa etme zorunluluğundan o ve ya bu sebeplerle bir şekilde bir şekilde muaf olduğumuza inandırıldık.

Çünkü biz şanlı bir medeniyetin çocukları olarak, tarihimizle en iyi övüneni ‘Gerici’ batıya dönük bir zihinle bunu en iyi ifade edeni de ‘Aydın’ zannediyoruz.

Düzce’de üstesinden bir şekilde gelinemeyen: bilmeyenlerin, bilinmeyenleri, büyük bir bilgelik edasıyla, bilinçsizce hayata geçirme teşebbüsünün fecaati var.

Bazı kifayetsiz muhterislere rağmen, doğal afetlere rağmen kazanımlarımızı takdir etmezsek olmaz.

Bir komşumuz var, 2 kız çocuğu okutuyor. Okul masraflarını, ders çalışmaya uygun ortamın sağlanması, kaynak kitaplar ve sair sorumluluğu çok.

Ve bu ağabeyimiz yarı engelli, inşaatlarda gece bekçiliği yaparak geçimini temin ediyor. Kendisinden izin alarak bu mevzuyu aktarıyorum:

“Allah Faruk Özlü ’den razı olsun” diyerek söze başladı:

2 kızım var okuyor. Millet kütüphanesinde, sınırsız internet, kaynak kitaplar, ders çalışabilecek ortam oluşturmuş belediye… Kızlarımdan biri üniversiteye, diğeri de liseye hazırlanıyor. Ben onlara evde bu imkânı sağlayamazdım.

Bu vatandaşın tercihi belli, niye tercih ettiği de…

Yan taraftan biri söze atlıyor: “ya hu tamam da yolların haline bak! Her yer çamur içinde!”

‘Neden çamur içinde ağabey?’

‘Fiber internet getirirken mahvoldu yollar’

Belmek kurslarında meslek sahibi olup kendi işini yapan ablanın kocası giriyor söze, Belmek kurslarından, Mahalle konaklarından, kültür gezilerinden bahsediyor.

Bu vatandaşın da tercihi belli, niye tercih ettiği de…

Yolların teknolojik yatırımlar neticesinde geldiği hali beğenmeyen ağabey tekrar söze giriyor: “o kadar şey yaptı bizim oğlana bir iş vermedi, bırakın bu işleri…”

İşte bu ağabeyin tercihi tam olarak belli değil ama niye tercih etmediği çok belli.

Neyi eleştirdiğimiz bir şeye olan ilgimizi, niye eleştirdiğimiz ise kişiliğimizi ortaya çıkarız.

Faruk Özlü ’nün eleştiriyi hak eden tarafı bana göre: çevresine yuvalanmış bazı kifayetsiz muhterislerin ellerindeki yetkiyi kendilerine yontma gayreti olabilir. Ne bu topluma ne bu şehre ne de kendilerine dost olduklarını sanmıyorum. (Burada, işini namuslu ve dürüstçe yapanları kesinlikle tenzih ediyorum.)

Ama tüm bunlara rağmen, kütüphaneleriyle, bilim merkeziyle ve projeleriyle Seçimlere hızlı bir şekilde ilerlediğimiz şu günlerde, bu yazıya başlık olan o soruyu bir kez daha hatırlayalım ve mümkünse unutmayalım: “Düzce’nin geleceğine mi oy vereceksiniz geçmişine mi?”